“Dumanı lekesiz biri”: Metin Altıok


Sen bir bilgelik kitabısın, ilk bunu diyeceğim. Sen de de! Sokaklar sır hamalı, odalar keza. Otellerden otellere, telgrafın tellerine konan bir kuzgun, kanadını alevlerden kaçıran. Perdeler tütün karası, kırk ampüllük bir ışık ki kırk ampüllük bin ışıkla aynı “aydınlık”. Ama illâ bir masa pencere kenarında, illâ bir mürekkep demi, illâ bir sazın teli. Perdeler tütün karası, sabunlar yarım, insan ekşisi çarşafların üzerinde pırıl pırıl bir şiir atlası. Bir lûgat olabilir misin, kendini tanımlayan? Bir kurşun kalem misin yoksa, kavını bağrında taşıyan? Yolunu yordamını ararken kavağın gölgesinde, bir meşe oduyla cehenneme çevrilen dünyanın demine devranına ağlayan? Bir bilgelik ağıdısın sen, gökkubbeyi dağlayan. 

Continue reading ““Dumanı lekesiz biri”: Metin Altıok”

İnsana yenilen Eros

Önce söz vardı. Bütün hikâyeler, serüvenler, nasihatler, mazeretler ve sitemler böyle başlar: “Önce söz vardı.” Bir gün onun uçup gideceğine inanan insanlar düştüler harflerin ve alfabenin peşine, yazının eteğine. “Söz uçar, yazı kalır,” diye. Kestiler, biçtiler, ölçtüler; tüm kelâmı yazı ile nakşettiler. Ezelden beri anlatılagelmiş bütün hikayâtı… Ördüler. Avuçta ter, terde mürekkep olup biriktiler. Çoğalıp çoğalıp çağladılar, çağladıkça sağaldılar. “İnsan insanın ağusunu alır” dediler ve bunu derken bir güzel yanıldılar. Yalnız insan mıydı yani insanın ağusunu alan? Devayı veren, bunca derdi toprağa zerk eden canlı mıydı? Sorduk, söylemediler, boyunları altında kalasıcalar! Döndüler dolaştılar, aynı yere geldiler: Önce söz vardı. Öyle dediler.

Lâkin söz dediğin, milâttır. Avcunun içinde, parmağının ucunda, zihninin çeperinde, kalbinin en izbesinde, bileklerinde yakaran nabız; şah damarında çınlayan, topuğunda sızlayan, gözünde tütüp kulağında zonklayan mayandır. Sözün senin aynandır. Okuma yazma bilmeyen peygamberin âlemler dolusu sözle kapına dayandığında, sana o kapıyı açtırandır. Söz, sen kendine ne kattıysan ömür billah, seni eninde sonunda onunla, ederinle tartandır. Söz ama, lâf değil. Çünkü sen farzı zehir, sünneti zıkkım ederken baş koyduğun secde bile lafügüzâftır.

Continue reading “İnsana yenilen Eros”

Irkçılığın dayanılmaz ‘hafifliği’

“Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor,” diye başlar Komünist Manifesto: “Komünizm hayaleti.” Dünyada da bir hayalet dolaşıyor bugün: Göç hayaleti. Türkiye’de de tuhaf bir otobüs dolaşıyor biliyorsunuz: “Zafer Turizm”in nefret otobüsü. Bu otobüs ırkçılığın bilindik alâmetlerini en saf hâliyle her yere ulaştırırken şovenizm konusunda da yeni bir çığır açıyor. Bir çığır… Ama oldukça tehlikeli bir çığır. Şovenizm ve faşizm karşısında sıklıkla düştüğümüz hata bu tehlikeyi daha da büyütüyor: Ciddiye almamak! Çünkü antifaşistlerin basiretsizlik ya da düşüncesizlik nedeniyle değil ama fazla düşünce nedeniyle ciddiye almadıkları her kişi ve girişim daha kolay bir şekilde yayılma, sirayet etme fırsatı bulmuştur her zaman. O halde sonda söylemem gerekeni başta söyleyerek başlayayım: Peşinde olduğumuz hayalet kadar, peşimize düşen hayaleti de umursayalım!

Continue reading “Irkçılığın dayanılmaz ‘hafifliği’”

AZ DEĞİL!

Dikkat! Dışarıda katil var! 17 yılın tek farkı bu ve biz Hrant Dink’in ölümünün 17. yılında nihayet “insan hakları”ndan konuşmaya da bu vesileyle başladık. Aklımız ve vicdanımız olmasa, mecalimiz, güleceğimiz olsaydı da bunu bir “gelişme” saysaydık. Ama tokuz, biliyorsunuz. Ziyade olsun!

Hrant Dink’i İstanbul’un en işlek caddelerinden birinde öldüren Ogün Samast’ın infazı sona erdi ve cezaevinden salıverildi. Katil üzerine, cinayet üzerine konuşmak için düşünüp düşünüp her seferinde susmaya karar veren duayenler de birden bire dile geldi. Neymiş? Her suçun bir cezası, her cezanın da bir süresi varmış. Öte yandan, Türkiye gibi bir ülke düşünüldüğünde Samast aslında kalabileceği en uzun süre de içeride kalmış. “Sevinin,” demeye getiriyorlar. “17 yıl yattı işte, daha ne istiyorsunuz?” demeye. Ve devam ediyorlar. Ustaları, zekâ ve haysiyet akranları, suç ortakları gibi canlarımız üzerinde tepinmeye. Edecekler de.

Continue reading “AZ DEĞİL!”

Mutlu Prens

11-12 yaşlarından beri kendisini naçizane “iyi bir okur” diye tanımlayabilecek biri olarak bu eşsiz yolculuğun 15 yaşından sonra iyiden iyiye kronik bir hâl aldığını söyleyebilirim. Ama kimisine çok çarpıcı gelen, benim içinse gayet doğal bir ayrıntı var: Çocukluğumun ilk dönemlerinde okumayı hiç sevmez hatta kelimenin tam anlamıyla bu eylemden nefret ederdim. Elbette gittiğim ve o günlerin koşulları düşünüldüğünde oldukça nitelikli sayılabilecek anaokulunun ama bir o kadar da bana evde şaşırtıcı bir sabırla eşlik eden dedemin sayesinde henüz ilkokula başlamadan okumayı sökmüştüm. Bu erken gayretin ve “başarının” aynı yolla “cezalandırılacağını” ise hiç düşünmemiştim. Yıllar sonra hayran olduğum yazarlardan biri olan Charles Dickens’ın da “sıkıcılığını” teyit ettiği* Hans Christian Andersen‘in “Parmak Kız” adlı kitabını elime tutuşturan dedem, beni yakaladığı hemen her akşam okumamı istiyordu bu masalı. Okuyordum, okuyabiliyordum ama etimle kemiğimle tiksinmiştim Parmak Kız’dan.

Continue reading “Mutlu Prens”

Yen içindeki koltuk

Hafızası teneşirlere gelesice milletimizin nöbetçi duyarlılığı son günlerde ortalığa düşen bir fotoğraf sayesinde birden uyanıverdi. Münevver Karabulut’un erkek bir aile tarafından gerçekleşen kolektif katli, katil Cem Garipoğlu’nun olay sonrasındaki muğlak akıbeti ve eylemde pratik olarak da, zihniyet açısından da suç ortağı oldukları aşikâr aile fertlerinin toplumsal statüleri bir kere daha konuşulmaya başlandı böylece. (Meselenin en yüksek perdeden ve sürekli olarak gündemde tutulmasını sağladığı için sitemimi şimdilik sürdürmeyeceğim. Umarım daha da fazla konuşmaya devam ederiz hep birlikte.)

Continue reading “Yen içindeki koltuk”

ÖYKÜ | Kaçak Kat

“Zorlanan götün kozu büyük olur,” diyor babam. Yanındakiler gülüyorlar. Pislik içinde yüzen salonumuz yine şen şakrak bugün. Bizimki arkadaşlarıyla poker oynuyor. Televizyonda takip etmeye çalıştığım yarışma programının sesi iyice duyulmaz olunca kalkıp odama geliyorum. Her gün birbirinden kepaze adamları nereden bulup çıkarıyor diye düşünecekken durduruyorum kendimi: Bok boku nerede bulur ki?

Kendisine büyük umutlar bağlanmış, dudak uçuklatan yatırımlar yapılmış dahinin harabesi burası. Tutunamayışında saygı uyandıran hiçbir yan yok. Deneyip yenilenlerden ya da kazananlardan değil o, ateşin derecesini ölçmek için ortaya hep başkalarını atanlardan. Ağları havalandırmışlığı vardır ama asist yaptığını henüz gören olmadı. Bir gün içimde koca bir oyuk bırakacak çünkü onu seviyorum. Hayatım boyunca her şeyi o görsün diye yaptım. Beğensin, hayran olsun, saygı duysun, işte benim kızım da böyle böyle diye ona buna övünçle anlatsın diye değil, görsün diye. Ama yazık ki dışarının o muhteşem duyarlıları kendi evlerinde birer hayaletler sadece.

Continue reading “ÖYKÜ | Kaçak Kat”

ÖYKÜ | Entelektüel Çöküş

Kitabevinin müşterilerinden fırsat bulup dükkânı Vedat Bey’e yıktığım gibi, bahçedeki masalardan birine kurulmuş kahvaltımı yapmaya hazırlanıyorum. Hâlâ dolu olan birkaç masa var, ama tanıdık simalar, o yüzden pek sırıtmıyor aralarında oluşum, anlayışla karşılıyorlar. Ne daha geç ne daha erken, henüz ilk lokmayı ağzıma attığımda Çağdaş elinde poşetlerle içeriden, bahçe kapısının önünden geçerken duraklayıp bana bakıyor. Ağzım dolu. Onun da acelesi varmış gibi. “Burada mıydın,” diye mırıldandığını anlıyorum. Mutfağa geçiyor, aşçı ile homurtuları geliyor bir süre. Akşam için içki almış belli ki, onları teslim ediyor.

Continue reading “ÖYKÜ | Entelektüel Çöküş”